odaya tamer girdi

İzmir’deki şirin evimizde yatakta oturmuş yazı yazıyordum. Gerek adaptasyon sorunum olmasından gerekse harici nedenlerin ilgi çekiciliğinden sürekli dikkatim dağılıyor, kendimi tam olarak yazıma veremiyordum. Henüz ilk paragrafı bitirmiştim ki; yanıbaşımdaki masa lambası dikkatimi çekti. Hemen elimi lambanın önüne uzatıp duvarda gölge oyunu oynamaya başladım. Bir kuş bir de kurt gölgesi yaptıktan sonra devam edemeyeceğimi anlayıp son olarak bir nah işareti çektim ve kağıdıma döndüm.

Kağıdıma döndüğümde her zamanki gibi o ana dek yazdıklarımı okudum. İzmir’den başka bir yerde şirin bir evim olup olmadığını sorguladım. Sonra zaten şu anda oturduğum şirin evin de benim olmadığını kendime hatırlatıp bir daha benim olmayan şeyden benimmiş gibi söz etmeyeceğime dair kendime söz verdim. Yazmaya devam ettim. Henüz bir konum yoktu. Yazım herhangi bir şey içermiyordu. Sırf kendimi tatmin etmek için yazıyordum. Kendimi tatmin etme meselesi aklıma düştüğünde aklıma yalnızlığım geldi. Yalnızlığım aklıma gelince hormonlarım coştu. Hormonlarım coşunca ben de coştum. Daha hızlı yazmaya başladım. Acelem vardı. Yalnızlığımı bir an evvel kağıda döküp terk edesim geldi. Sessizliği düşündüm, huzur geldi vazgeçtim. Ama yine de odanın kapısı açılıp içeri herkes tarafından beğenilebilecek, güzelliği izafi olmayan bir kız girse fena olmazdı. Halkoyuna güvenim sonsuzdu. Bu nesnel güzeli hayal etmeye başladım. İyi kötü gözümde canlanmıştı. Kızın yüzü zihnimden gitmeden sayfayı çevirip kızın robot resmini çizmeye karar verdim. Resim yeteneğim olmadığı için benzetemedim. Beğenilen kızın robot resmini çizmek de ne demek lan? diye kendime kızdım. Görüp beğenip konuşamadığım yahut konuşup tekrar göremediğim güzel kızlar geldi aklıma. Kendimle aramı yaptım, barıştım. Tez zamanda Beğenilen kızın robot resmini çizmek başlıklı bir yazı yazmak için de kendime söz verdim. Huyum kurusun hemen her yazımda kendime başka bir yazı için söz veririm ben. Kendi devamlılığımdan yanayım.

Yazıya geri döndüm. Tekrar baştan yazdıklarımı okumak istedim. Uzun diye vazgeçtim, çapraz okuma yaptım. Sevdiğim kızları düşündüm bi şey yazamadım. Beni seven kızları düşündüm yine yazamadım. Duygusal bi şeyler yazamayacağım galiba diye düşündüm. Ne kadar da çok düşünüyorum diye düşünüp keşke hayvan olsaydım diye düşündüm. O an aklıma ponçik düştü. Kedimiz, canımız, süper kahramanımız ponçik. N’apıyordu acaba şimdi? O da özlüyor muydu bizi? Çöle mi kapılmıştı yoksa İstanbul yamacında? Suçumuz neydi bizim? Bu duygularla iyice hassaslaşmış, derin bir melankoliye kaptırmıştım kendimi. Acı dolu tüm yaşanmışlıklarım birer birer aklıma düşmüş, anılara gark olmuştum. Baktım içim iyice daralıyor. Yüksek sesle geçmişime sövdüm ve geleceğe umutla baktım. Yaşamadıklarım, tanışmadıklarım için yazmaya karar verdim. Robot resmini çizmeye çalıştığım kızdan başlayabilirdim mesela. “Sahi ansızın şu odanın kapısından içeri girse ya” diye içimden geçirerek umut dolu gözlerle kapıya baktım. Baktım, baktım.. girmedi içeri. Baktım inat ediyor ben de inat ettim biraz daha baktım. Baktım olacak gibi değil, kaçırdım gözlerimi. Bi çıtırdı duydum tekrar kapıya baktım. Kapının kolu yavaşça aşağı iniyordu. Kapı açıldı. Odaya Tamer girdi.

:( 30 mart'ta yazmışım bu yazıyı. O gün ponçik yaşıyordu.

mercan dede

Kapı dördüncü defa çaldığında onun da benim kadar inatçı olduğunu anladım ve yataktan kalktım. Yeni uyanmış bir erkek olarak karşımdaki bel altıma değil de yüzüme baksın diye kamufle edilmesi gereken uzvu kamufle ettim. Kapıdaki inatçı beni görmeden ben onu görmeli ve hazırlığımı ona göre yapmalıydım. O yüzden delikten baktım. Kapıdaki yaşlı bir adamdı. Hatta bildiğin dedeydi.

Kapıyı açtım. Dede sanki utanılacak bir şey yapmış gibi yere bakarak konuşmaya başladı. Yardıma ihtiyacının olduğunu, yardım etmem karşılığında bana dua edeceğini bir bir anlattı. Ne konuda yardımımı beklediğini sorarak zarf attım. “Benim köpeklerim var” diyerek tekrar söze başladı ve hayatta kimsesi olmadığından, köpeklerine bir şey olursa yaşayamayacağından falan bahsetti. “Şimdi üzerimde bozuk yok” dedim. “Ben para istemiyorum” derken ağlıyordu. Beni can evimden vurmuştu.

İçeri girdiğimizde rahat olmasını, kendi evi gibi takılmasını salık vererek onu biraz rahatlattım. Üstümü değiştirip salona dedenin yanına geldim. Beraber kahvaltı yapıp sohbet ettik. Yetmişküsür yaşlarında olduğunu, tam yaşını kendisinin de bilmediğini, ne kadar yalnız olduğunu anlattı. Çok inandırıcı bulmasam da tüm anlattıklarını dinledim. Konuşması bittiğinde makul bir ses tonuyla; eğer para istemiyorsa ne istediğini sordum. “Seni” dediğinde masadaki bıçağı kapmıştım. “Ne diyosun lan sen? Yaşına başına bak! Ben senin dengin miyim?” diye çıkıştım. Sonra hatamın farkına varıp, “Sapığa bak lan, şuracıkta keserim seni! Şimdi bana öyle bir şey söyle ki; ‘bir heteronun bir homoyu kesmesi’ haberinin başrol oyuncuları olmayalım!” diye bağırdım. “Edebinle konuş! Önce bir dinle. Siz gençler her şeye cinsellik üzerinden bakmasanız olmaz değil mi? Yazık. Kiminle konuşuyorum ben? Aloo!” diye sıralarken bıçağı bırakmış ve utancımdan pancaro olmuştum. Yanlış anlamıştım dedeyi. Kafamı kaldırıp özür diledim, kabul etti. Bir süre sessiz kaldıktan sonra biraz hava almayı teklif ettim, onu da kabul etti.

Kilometrelerce yürüdük. O anlattı, ben dinledim. Ben anlattım, o dinledi. Ama dede yaşça benden büyük olduğu için daha ziyade o anlattı, ben dinledim. Sordum, cevapladı. Bir sorum daha vardı soracak. Ama soramıyordum. Zira bu sorunun cevabını duymak istediğimden emin değildim. Dayanamadım sordum. Samimiyetimize de güvenerek; “Ya dede! O bu değil de; sen yol boyu gördüğümüz bütün köpeklere yaklaşıp boyunlarına kalemle işaret koydun. Sorması ayıp ama ne ayak?” dedim. Her yaşlı adam gibi o da yolda yürürken konuşmak için duruyordu. Hatta sırf bu yüzden iki saatte gidebileceğimiz yolu dört saatte gitmiştik. “Bak genç!” diyerek söze başladı ve “Bu elimde gördüğün kalem sana göre keçeli kalemdir. Bana göre ise sadakat kalemidir.” diye ekledi. Hafif tırstım. “Bir şeyler canlandı mı zihninde?” diye sordu. “Ne yani bu köpekler onları işaretlediğin için sana dönecekler öyle mi?” dedim. “Dönerse benimdir, dönmezse zaten hiçbir zaman benim olamıştır.” gibi arabesk bir cümleyle beni yanıtladı. Geç olduğunu, artık eve dönmem gerektiğini söyledim. Korktuğumu anlamış olacak, “peki yarın devam ederiz öyleyse” dedi. Ayrıldık.

Eve dönene kadar dedeyi, köpeklerini, konuştuklarımızı düşündüm. Bir yandan korkuyor bir yandan merak ediyordum. Kimdi bu adam? Bir gezgin abdal değildi. Dilenci falan da değildi. Sosyal hayatın içinden mahallenin Ahmet, Mehmet dedesi falan da değildi belli ki. Sahi bu adamın bi adı yok muydu? Dört saat konuştuğum adamın adını nasıl bilmezdim. Bunları düşündükçe iyice tırsıyor fakat bir o kadar da merak ediyordum. Hiç yoksa adını öğrenmeliydim. Yarını bekleyemeyecek kadar sabırsızlanmıştım. Bir post-it’e “Bu gece gelmezsem polisi ara ve köpekleri olan bir dedenin beni kaçırdığını söyle” yazıp canyoldaşım, ev arkadaşım Tamer’in odasının kapısına yapıştırdım. Yanıma da hasmıma bir kez sallamamın yeterli olacağı bir bıçak alıp yola çıktım.

Hava karanlık, yollar bomboştu. Üstüne üstlük dedeyi bıraktığım yerde bulabilme olasılığım David Caine’e göre 0,023’tü. Vazgeçmedim, yürüdüm. Az gittim, uz gittim ama yoruldum. Gittiğim yolu bir de geri döneceğimi düşünerek otostop çekmeye başladım. Yarım saat içinde üç araba geçti. Yarım saatten sonra kaç araba geçti bilemiyorum. Zira üçüncü oto stop etmişti ve beni almıştı. Arabayı kullanan ben akren bir kızdı ve herhangi bir yabancıyı arabasına almayacak kadar alımlıydı. Beş dakikalık seyahatimiz boyunca ona asılmak, yaşayabileceğimiz macera dolu aşkın sinyallerini vermek istedim ama yapmadım. Zira bu dedenin bir oyunu olabilirdi. Eğer beni sınıyorsa bu oyuna gelmemeliydim.

Dedeyle ayrıldığımız yere yaklaştığımızda inmem gerektiğini usulüyle söyledim. Alımlı şoför “emin misin? Sanki biraz daha var?!” dedi. Anlamıştım, dedenin adamıydı. Dedenin yanına vardığımda, sanki bütün yolu yürümüş gibi “senin için bu kadar yol yürüdüm” diyemeyecektim. Alımlı şoför arabayı durdurduğunda, “selam söyle dedeye” diyerek alaycı gülümsedi. “Ya valla biliyodum. Hatta sırf dedenin adamısındır diye sana yanaşmadım. Ama bence kaybeden ben değil dede olmalı. Ne bu oyunlar falan! Gel basıp gidelim buralardan. Biz sıcak kumlarda sevişirken o ibne de yalnızlığına yansın ” diye sıralayarak kendimi iyice ele verdim. Hala bir şansım olduğunu, şimdi inmezsem bir daha bu arabaya binemeyeceğimi söyledi. Çok güzeldi, kıramadım.

Arabadan indiğimde yanıma bir köpek yanaştı. Kuyruğunu sallayarak küçük bir sevgi gösterisi yaptı. Kesinlikle bir dede tarafından eğitilmiş olmalıydı. Köpek, “peşimden gel” dercesine arkasına bakarak ara sokağa doğru yürümeye başladı. İki köpek boyu kadar takip mesafesiyle izledim. Sokağın sonuna yaklaştığımızda koşmaya başladı, ben de koştum. Önde köpek arkada ben, terk edilmiş bir evin önüne gelene kadar koştuk. Ev öylesine terk edilmişti ki; tam dedelere layıktı. Evin kapısında avuçları yukarı bakacak şekilde iki elini havaya kaldırmış dede duruyordu. Bu haliyle gelecekte varisi ilan edeceği genci kutsayacak bir veliyi andırıyordu. Nefes nefese kaldığım için bir şey söyleyemedim. “Hoş geldin” diyerek buyur etti. Elime bir bardak su tutuşturdu. “Ölmüşlerine rahmet” dedim. Bir süre konuşmadan, sadece gülümseyerek bana baktı. Belli ki benim konuşmamı bekliyordu. Doğru kelimeleri arayıp bulamayınca samimiyetimize güvenip başladım sıralamaya; “Dede kafam çok karışık. Her şey bir anda oldu. Ben aslında öyle senin sandığın gibi karaktersiz bir adam değilim.”. yok, böyle olmayacaktı. Atağa geçmeliydim. “Ya da bir düşün bakalım ben de seni sınıyor olabilir miyim acaba?” dedim. İyi gidiyordum, devam etmeliydim. “Evet o kız güzeldi ama bilesin ki ben daha güzellerini gördüm. Escort köpek olayı falan iyiydi tamam ama bütün bu oyunları oynamana gerek yok bence. Derdin ne, benim de mi boynuma işaret koyacaksın?” diye devam ederken dede araya girdi. “Buraya kadar geldin. Senin işarete falan ihtiyacın yok. Sadakat! Korksan da korkunun üstüne gittin. Cesaret! Evine aldın, dinledin. Merhamet! Kıza başta yanaşmasan da sonunda kendini ele verdin. Şehvet!”. Başta beni övmüş fakat sonunda yerin dibine sokmuştu. Altta kalmamalıydım ama vereceğim cevaba gelişine iyi vurur diye korkup vazgeçtim. Tam vazgeçtiğim için bir boşluğa düşmüştüm ki telefonum çaldı. Bu utanç anından kaçış için telefonumun çalması biçilmiş kaftandı. Arayan Tamer’di. “Köpekleri olan bir dede he? mihehe. Kaçırdı seni ha? nihaha.” diyerek benimle kafiyeli bir şekilde alay etti. Anlatsam inanmayacaktı ve gururum kırılmıştı.

Telefonu Tamer’in suratına kapatıp dedeye döndüm. Tam dedeye son sözümü söyleyip çekip gitmeyi düşünüyordum ki; alımlı şoför görevini yerine getirmişliğin verdiği gururla kapıda belirdi. Önce kolay lokmadan başlamalıyım diye düşünerek ona döndüm ve neler kaybettiğini bilmesini salık veren “hıh” hareketi yaptım. Bu hareketimi gören dede, kızdan bahsetmeye başladı. “Bak o da yeni! Ama o tüm sınavları verdi. Sadece bir sıkıntısı var o da kadın olmasından kaynaklanan merak duygusu. O da senin gibi adımı merak ediyor. Oysa önemli olan isim değil sıfattır. Kime hizmet ettiğin değil neye hizmet ettiğin önemlidir şu dünyada. Benim ismim Ahmet olur Pierre olur. Bu önemli değildir.” dedi. “Sahi senin ismin ne lan?” dedim. “Mercan” dedi. Sabaha kadar güldük.

hep yenildim

Hayal görmüştüm sanırım. Bu o olamazdı. Alaycı gülümsemeyle gözlerimin içine bakıp ardından kafasını çevirip arabasına binen bu kadın, kucağında uyumak istediğim kadın olamazdı. Baktı, güldü ve arabasına binip basıp gitti. Kalakaldım. Nefes alamıyordum. Boğulacak gibi oldum ve öksürmeye başladım. Basıp giden dilberimin arabasından çıkan egzoz gazını içime fazla çekmiş olacağım, öksürük faslı biraz uzun sürdü. Hemen en yakın sağlık ocağına gidip meramımı anlattım, sağolsunlar yardımcı oldular.

Sağlık ocağından çıkarken doktor bir anda nasıl böyle bir hale geldiğimi sorunca afalladım. Aşk beslediğim bir esmerin arabasından çıkan egzoz dumanını, dilberimin saçlarını koklar gibi içime çektiğimi ona anlatamazdım. Hemen bir yalan uydurmalıydım. Tam yalanımı kafamda kurarken doktor yalan söyleyeceğimi anladı ve "dur" dedi. "Ne oldu doktor yoksa sizde mi?" diye soracak oldum. Ama tanımadığım bir bayan doktorla böylesine samimi bir muhabbete girmem sağlık ocağı personellerinin dikkatini çeker diye ses etmedim. Doktor beni kenara çekti. Aklımdan türlü public arsızlıkları geçiyordu. Köşeyi dönüp kimsenin göremeyeceği ammavelakin isterse görebileceği bir soteye geçince doktor "var mı bi şeyler" diye sordu. Mfö'nün "sende ne var bende biraz" sözünü alıntılayıp benim de ona karşı boş olmadığımı belirttim. "Aptal herif ben kafanın peşindeyim sen neyden bahsediyorsun! " diye beni azarladı. Kalbim kırıldı. Ama yine de belli etmedim. "Ben de senle kafa yapıyorum zaten eheheh" deyip vaziyeti kurtardım ve arkama bakmadan kaçtım.

Caddeye vardığımda bir ritüel haline getirmek istediğim ilk gelen otobüse binip özgürleşme aktivitemi yapmaya karar verdim. Karşıdan bir otobüs geliyordu fakat otobüse yetişmek için koşmam gerekiyordu. Gerekeni yaptım ve koştum, otobüse yetiştim. O anda o otobüse binen diğer insanlar o istikamete gitmek zorundayken benim böyle bir zorunluluğumun olmadığını ve fakat benim o otobüse binmek için neden böyle bir emek sarfettiğimi düşündüm. Kartımı okuttuktan sonra otobüsümüzün şöförü Mahmut abiye "sağol Mahmut abi beklemeyebilirdin" diye yağ çektim. ( Şöförün ismini nerden bildiğimi hayal gücünüze ve farkındalığınıza bırakıyorum ) Mahmut abi " ben beklemedim ki sen koştun yetiştin " diyerek sen kendin başardın klişesiyle beni yüceltti. Bol imalı cümleler kurarak lafladık biraz. Baktım Mahmut abi baskın çıkmaya başladı "neyse abi görüşürüz" diyerek arkaya doğru ilerledim.

Otobüste ters gitmekten hazzetmeme rağmen sırf manzaralı olsun diye güzel bir kızın karşısındaki koltuğa oturdum. Koltuğa otururken ayağım takıldığı ve yapmacık bir "ahh" çektiğim için güzel kız bana sırıttı ve aramızda bir şeyler olabileceğinin sinyallerini verdi. Bir iki kesişmeden sonra otobüs güzeline yazma bahanemi buldum ve atağa kalktım. Yüzümü ekşitmeye başladım. "ne oldu nen var kuzum" diye sormasını bekliyordum. Baktım oralı olmuyor, "uff, ımphh" gibi mide rahatsızlığı belirten ünlemler kullanmaya başladım. Bu efektleri ellerimle midemi ovuşturma hareketleri ile destekleyince onun dikkatini çekmeyi başardım.

"Hasta mısın?" diye sordu. "Evet sana hastayım" diyerek bir kroya dönüştüğümü hayal ettim. Alt benliğimin bu tavsiyesini reddettim. Bir cevap vermem gerekiyordu. "Ters gidemiyorum ben midem bulanıyor. Yer değiştirsek olmaz mı?" dedim. Lakayıt olduğumu biliyordum ama bu kadarını ben bile kendimden beklemiyordum. Otobüs güzeli "hayır ama istersen yanıma gelebilirsin" diyerek ne kadar makul ve aşk dolu bir insan olduğunu gösterdi.

Hemen otobüs güzelinin yanına geçtim ve ona teşekkür ettim. Teşekküre gerek olmadığını, en nihayetinde otobüsün sahibesinin kendisinin olmadığını ve dolayısıyla benim zaten o koltuğa oturma hakkım olduğunu söyledi. "Ahuahaha" diye güldüm. "Sahi mi? Ben otobüs senin sanıyordum." gibi şaşkın ifadelerle kendimi sığ bir mizah çukuruna yuvarladım. Otobüs güzeli sığlığıma sığlıkla karşılık verecek bir "ıyy" efektiyle ortamı yumuşatabilecekken tercihini bu yönde kullanmadı. Sanki mahalleden arkadaşımmış gibi davranarak "ahahhassiktir" dedi ve aslında ne kaba ne saba bir insan olduğunu gözler önüne serdi. Zaten mağlubuz bari bir son dakika golüyle skora eşitlik getirip sıvışayım taktiğini yine uygulamaya karar verdim. Ona bu hareketlerin hiç yakışmadığını, aramızda bir şey olma ihtimali olmasına rağmen son hareketine tav olmam sebebiyle dillere destan bir aşka yelken açamayacağımızı anlattım. Olgunlukla karşıladı.